30 Ekim 2011 Pazar

Rengi kızıla çalan bir yaprak

"Bekleyen vardı ve bitmişti güzel çınarların gölgesinde bir hayat. Önce rengi kızıla çalan bir yaprak dokundu tenine ve ardından onu kıskanırcasına örttü toprak bedenini. Gözleri artık göğün maviliğine ulaşamıyor, eli küçük çocukların saçlarını okşayamıyordu." En çok da son cümlede zorlanmıştı içinde doğan ama büyütmek için uğraştıkça canını yakan duyguyu anlatmaya çalışırken. Derin bir nefes aldı ve yeni demlenmiş çayın buharıyla buğulanmış camdan dışarı, uzak bir civara doğru gözlerini çevirdi. "Toprağı gerçekten hissetmeye başlamıştı, bu his hem acı hem de tatlıydı. Öyle ki hem evinde gibi hissediyor, hem de daracık bir hücreye atılmış gibi kıvranıyordu. Herşeye katlanırdı halbuki, ışık. Işığı görebilseydi..." Gözlerinin buğusu da eklenmişti manzaraya. Sesi de cılızlaşmaya, kirlenmeye başladı. Bedeni buradaydı da kendisi uzaklarda dolaşıyor, birini arıyor, birinin gelmesini bekliyordu sanki. Devam etti. "Görebilseydi gücü olurdu, devleşirdi. Toprağın altında kalmak ne demek? Ağaca gölge ederdi cüssesiyle. Şehir, en yeşil dağların etekleri; sis, diyarından koparılmamış papatyaların süslediği saçlarının kokusu gibi olurdu. Keşk..." Bedenini unuttu sanki, gözleri devrildi. Gözünü mesken edinmiş buğu yoğunlaştı, yanağını ıslattı. Devam etmek istedi, izin verilmedi. Kendine sakladı o da son sözünü, gördüğünde söylemek için, ışığa, onun ışığına.

27 Ekim 2011 Perşembe

İçine düştüğünde yok oluyorsun

Yeni yetme melankolisi değil. Sonunu göremediğim karanlık bir tünel sadece. Bir imge değil benim yarattığım. Orada öylece duruyor. İleriye geriye ve hatta sağa sola gidiyor. Ruhunu hissediyorum, kanıyor. Ama imge değil baktığım. Bir varlık ve nasıl orada durup varlığını hissettiriyorsa, yokluğunu da gerçek bir şekilde hissettiriyor. Acı bir şekilde. Gözümü kapattığımda kulağıma fısıldayan melodilerin arasındaki bir boşluktan kokuyor bana. Bir nefes dokunuyor sonra yanağıma, yumuşak. İçine düştüğünde yok oluyorum iki tane karartının. Gözümü kaçırmalarım ondan. Kaybolmak dert değil de, hissedememek dokunuyor adama. Boğuluyorum sonra derinlerinde, derinler ki girdaplara mesken olmuş ve savuruyor oradan oraya, çığlık. Sessizlik geliyor misafirliğe, çok durmuyor ama susturamıyorum. Elimi uzatıyorum sonra, hissetmek için. Göremiyorum, körlüğüm. Uzatıyorum ısrarla, elimi, ısrarla, çıkış, uzatıyorum, elin, ısrarla, elimi...

26 Ekim 2011 Çarşamba

Muck

Merhaba okuyan insan. Yazdıklarımı hazmedene kadar ben yokum. Görüşürüz, kendine çok iyi bak. Evdekilere selamlar.

Siktirip gitmek

Evet, yanlış okumadın. Siktirip gitmek istiyorum! Bunaldım iki yüzlü hareketlerinizden, sizden, senden, ve ondan. Gerçeği istiyorum! Aptal aptal konuşmalardan, bunalımlardan nefret ettim. Ne bok yiyorsunuz siz? Ne bok yiyorum ben? Gerçekten ne bok yiyorum ben?
İçine soktuğum kendimi, çıkartamıyorum girdabından. Tutunacak gerçek birşey yok mu? Görülmüyor mu onca çaba veya onun da mı içi boşaltıldı? O da mı gerçek olmayanla karşılaştırılıyor zihninde? Neyim ben bok mu, imge mi, simge mi, herhangi birşey mi? Kusmak mı gerekiyor? Sen nesin ve ben neyim? Niye oradasın, niye hayatımdasın, gerçekten hayatımda mısın, hayatında mıyım? Neyim ben kahretsin? Sıçtığımın aynası göstermiyor gerçeği, içeriyi dışarıyı, ne boksa. Aynasız köye yerleşip kaval çalmak şu andan daha anlamlı. Hey! El sallıyorum, hu hu! Sesim ve görüntüm de mi yok? Ha onlar da bok.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Duman

Reddedilmekten korkuyorsun sürekli, terk edilmek. Maskelenmiş tenin ve ruhu çekilmiş bedenin var uyuşturduğun. Dumanı çektiğinde yanan sensin içine. Ellerin uyuşur, karıncalar gezinir saçlarının altında, nefesler duyarsın uzaktan alınan ve verilen. Ritm süreksizleşir. Dokunmak istersin, gözleri önündedir işte, içine bakarsın susup. Her kelime ölüm fermanındır sanki. Kendini anlat bitsindir bir an önce. Nefesler kumbara gibi doluşur içine, kalbinin atışı değişir sızıyla. Makine olduğunu unutursun bir an. Yaptığın sistem dışına çıkar, makineler buna aşk der. İnanırsın. Korkarsın yine ve yine ve yine ve yine ve yine ve yine. Sertleşir üstüne geçirdiğin gömlek, bedenin daralır. Küçüldükçe hatırlarsın, hiçlik... İçersin sonra, dua edersin içtikçe. İşaret ararsın kurtulmak için, aradıkça gizlersin işareti kendinden. Gözleri gelir gözlerine, ara verdiğini unutmuşsun. Sarhoşluk onun yanında, muhtemelen güzeldir dersin. Dinlenmeli olduğunu söyler benliklerinden biri. Kolunu tutarsın kendinin ki tutma kolunu diye. Bir kaç melodi hicaz, ağıt yakar ruhun bedenine. Verirsin kendini ritme, yok olmaya, hayatmış seni bitiren. Bit dersin, gel, dersin, hep denir.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Ve git...

Git... Ve bir alevdi görünmeyen tenin, yaktıkça içime dokundu saçlarınla bir olup. Devrikleştirdiğin hayatımdı hayallerime karışıp ve ben gizli özneydim kurulan tüm cümlelerde, yoktum. Ve sen yokluğumda beni yordun, zorladın, zorlandım, yoruldum. Ne yaparsam yapayım o cümlede olamadım. Ve iyi ve kötü sıfatlar sadece karanlığa ait oldu bu hikayeyi anlatan metinlerde. Gidiyordum, olmayan ben gidiyordu. Anlamıyordun, belki de anlamayacaktın hiç, ya da görmezden mi gelecektin bilemiyorum. Çünkü zaten gerçekte ben yoktum, yok muydum? Yalan bir dünyada mutluluk ne kadar gerçek olamayacaksa, olmayan ben bir o kadar yok olacak şimdi. Ve git dediğime bakma, olmayan gidecek buralardan ve kimsenin ruhu bile duymayacak. Ve evet güçlüyüm gidebilecek kadar, ama arkama dönüp bakışlarımı mazur gör, çünkü gözükmese de gözlerine gerçekti tüm hikayeler ve sonbahar tenindeki...

16 Ekim 2011 Pazar

Üç nokta

Çok güçlüyüm, bu beni aciz bırakan... Talan ediyorum ardına sıkıştığım duvarları şimdi. Bedenim karanlığa hapsolmuşken, ben hayaller kuruyorum aydınlık, sen. O beni biliyor, yardım etsin güçlüğüme...

13 Ekim 2011 Perşembe

Kendime

Rüzgar esmiyor, ben esiyorum sanki koca koca binaların arasında. Kulağıma üflenen uğultular ondan. Aynı yerlere teker teker her sabah ve gece basıyorum, bir önceki günün, ve düşünmezliğin içinde düşünür buluyorum kendimi. Çaresizim ya... Herkesin doğrusunu öğrenip kendi doğrusunu bulmaya çalışan bir aciz. O kadar aciz... Sürekli aynı melodiler, aynı hüzün sürekli... Başa sarıyorum ve art arda delirircesine... Bitiremiyorum cümleleri de artık aldırma. Ne saçmalıyor bu diye sorma ne olur... Uğultular seslere dönüşüyor, farklı olduklarını bilsem de senin sesin gibi geliyor artik hepsi, küfür etseler de en güzeli senin ağzından. Gece gelip yokluyorlar, ama sanki sen dokunuyorsun ve acıtmıyor yumuşaklık. Güzel böyle... Gölgeler de sensin ışığın kendisi de, öyle işte. Havada sabit duruyorum sanki, bilmezlik vuruyor tersten, eller çaresiz soğuklukta, donan bir kalp cayır cayır, yakan bir elem çikolata tadında. Elim yetişmiyor yokluğuna, yokluğuma, varlığım. Mum yakıyorum, romantiğim. Geceden sabaha gözümü arada dinlendirerek izliyorum hareketini ki ders alıp uygulayayım hayatımda. Kanım donuyor, uykum geliyor ve bir değişiksizlik içinde yatağıma yatıyorum. Koltuk alınıyor. Ben çok alınıyorum kendime, kendimize, bize ve sana. Bize ve kendimize ama en çok kendime bana... Yokum ben bu diyarda, başka.

11 Ekim 2011 Salı

Sonbahar

Bir sonbahar şarkısıdır şimdi içim. Yükselişlerinde, cebime sokamadığım elimi keser soğuk. Kaybettiğimi anlarım her rüzgarlı nakaratta. Sevgiline sığınır gibi sokulursun ya paltona, her içine çekildiğinde daha çok hissedersin işte yalnızlığı. Dökülen yapraktır serbest dolaşan notalar ve onlar daha çok içini yorar. Kayboluşun mevsimidir sonbahar, başrolünü oynadığın filmin fonudur. İçindeki melankoli yetmez diye düşünür de üzerine katmerli bir acı verir. Pus kaplar sonra, gözlerini dolduran gözyaşı olur, armonisine ayak uyduramazsın. Yorar seni renkler ve sen sadece evde, yumuşak bir ışığın hafifçe aydınlattığı bir koltukta kahveni yudumlamak istersin. Her yalnız gibi senin de tek düşlediğin sahne bu olur. Battaniyen sırdaşın, çorapların yoldaşındır bir süre ve yalnızlığını paylaştıkları için nesnelerine daha çok bağlanırsın. Sıcak, yudumladıkça içine akar aşk gibi. Lirik bir soprano tınısıdır pianoyla sevişen ve sen sevişirsin sigaranın dans eden dumanıyla. Ama farkedersin, dumanın bile senden uzaklaşmak için yükseldiğini tavana. Gözün pencereden dışarı bakar, sokak lambasının altında otobüs bekleyen bir çocuğa ilişir. Masum hissedersin kendini onun kadar, olmak istersin ya da. Söndürdüğün sigaran değildir aslında, içindeki saflıktı yıllar boyunca. Farkedersin, farkettirdiği için sevmezsin sonbaharı. Düğme bozuktur sana göre, değiştiremezsin müziği. Sonunun gelmesini istersin, bir umutla beklersin, çok istersin ve hatta hayatına dair ne varsa istersin olsun diye, yalvarırsın dualarında, tempo hızlanır içinde, sona yaklaşmak iyice yorar seni ama sabredersin sonu güzel olacak diye. Ve son gelir... Kış şarkısı başlar.

9 Ekim 2011 Pazar

Gece

Göğsüdür dokunan göğsüme. Bir karanlık basar içimi, dillenir kötü ruhum. Uzakta olanı ister de hissedemez. Dillendirir hüznü nefesler onun yerine. Gözünü kapat, der bir ses, beni duyduğunu biliyorum. Yatağımda yatarım sonra sol yanıma dönmüş. Bastırır gece kollarımdan ve kelepçesini vurur bileklerime. Edemez hareket aciz beden. Dualar, imdadıma yetişsin diye okunur ruhumun en üst mertebesinden, kirli. O ruh ki kirlidir geçmişinden. Geçmişi ki doludur abdestsiz zikirden. Ellerine bastırmıştır bir nefes, bırakmaz boynunda ağırlığını hissettirmeden. Sinirlenirim, boğazlamak için toplarım tüm gücümü hareket etmeden ki sanırım gücüm çoktur. Başka bir nefes boğuluşunda aniden patlarım haşmetimle ama o haşmet dışarı çıkamaz, ruhum paramparça olur, çığlıklarım içimi kaplar da beden bir zerre kıpırdamaz. Ama o uzaktadır ya, gerisi boştur nedense. İnsafa gelir gece, bileklerimi çözer ama gitmez, ama bedenim hareket etmez. Gözlerini açabilirsin der, ama gözlerimin iradesi yoktur, ama gece zaten gitmez. Nefesi boynumdadır. Bir an gözlerimi açarım sevgiliye gider gibi, elim kıpırdar yeniden dirilmiş gibi. Nefes ordadır bilirim. Korkarım evet. Yoktur ya boştur yine de. Yetmiştir, gittiğini duyarım, yürüdüğü göğsümdedir, bir parçasını orada bırakır gider. Kapıyı kapatmadan, tıkırtılarını utanmadan bırakır gider arkasında. Gitmiştir. Bir süre izlerim karanlığı ve gücümü toplayıp yaptığım tek şey diğer yanıma dönüp uyumak olur.

6 Ekim 2011 Perşembe

Virgül

Kara bulutlar zihninde yumru gibi yoğunlaşmaya başlıyor. Takıntıların var ve hastalıklı ruhun bedenini ele geçiriyor sinsice. Boynunda, kolunun altinda ve kasıklarında lekeler beliriyor. Beynin eriyor ve burnundan akıyor çokça. Dilinin kemiği kalmamış, sövüyorsun önüne gelene ki hak ediyor herkes kemiksiz dilin sövgüsünü. Karşına çıkmak ne demek; köpürüyor deniz, hayvanlaşıyor dalgalar sen bölünüyorsun tam beş parçaya ve karanlık bastırıyor etrafı, don. Virgülsüz duraklamalar yaşıyorsun kurduğun her cümlede. Cümleleri de sen kurmuyorsun ya çaktırma. Egon var senin, o yüzden kayıpsın. Eziliyorsun büyük bir fil ayağının altında. Dargınlığın karşındakine ama mecalin yok hareket etmeye. Saygının dibi çürümüş, kökleri fosil olmuş tam da içinde. Sen ama hâlâ yaşamındasın. Bu tarafın pek önemi yok, çokça kendi derdindesin. Beyin kıvrımların kabuk bağlamış, nefsin belini bükmüş. Zaten pek derin değilsiniz cins bakımından, acizlikten değil işinize gelmiyor. Neyse, oyuncak dünyanın yeni oyuncağıyım ben ve sen yüce derinlik. Ne kadar sığsın. Aslında değilsin. Ama böyle öylesin. Zincir gözünün onünde hatta arkada bile değil. Metalin kokusunu ağzınla alıyorsun. Yetmiyor. Bir anlamım varsa gelmen isteniyor. Gelmiyorsun. Gitmekte de bazı problemler var. Olmuyor.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Araf

Huzuruna ulaşırsın yâr kokusunun. Tükenmez bir membânın orta yeridir teni. Nur akar gözleri kalbinin köhne yerine. Duvar olursun, siper edersin de kendini. Sığınır o. Göstermezsin ama içini, erkeksindir. Öyle uzaksındır bir yandan. Yola şöyle bir bakarsın. Gözün körleşmeye başlamıştır. Delirirsin. Affetmez seni. Yola da çıkamazsın. Ne olduğunu bilemezsin. Kokusu da yoktur artık. Gözyaşın temizlemez kirini. Ses istersin, sağırsın. Gözlerini istersin, körsün. Dokunmak istersin, tenin yanar. Nurun söner. Durursun.

4 Ekim 2011 Salı

Yanılma 1

Nedir benim varlığım? Et mi kemik mi? Zamanın hangi dilimindeyim? Girer mi rayına, bulsam cevapları? Yoksa cevabını bulmak arzusu... Taslak olarak kalmalı.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Soğuk

Karga mı anlatacak bana soğuk kış gecelerini yoksa ben mi kendi kendime dillendireceğim üşümenin ne kadar yaktığını içimi? Sen mi güleceksin yoksa ben mi ızdırap çekeceğim daha yeni doğmuş bir bebeğin ölümüne şahit olarak? Gidilecek mi hayaldeki mekana, söylenecek mi o yanık türküler gül yüzlü çocuklara? Dilediğimdi oldu, ya şimdi olacak mı sen güldüğünde benim acı çekmeme ve karganın ısrarla bana soğuğu hatırlatmasına rağmen? Bilmiyorum ama seviniyorum yine de. Hatırlıyorum ve göruyorum ki ben de insanım, ve hissediyorum. Bir çift kanat ve ben dalda bekliyorum. Gelsin ve atlayalım diye.

2 Ekim 2011 Pazar

Gitsin istedim

Gitmek, onun yanına veya buradan uzağa... Ne fark edecek? Dokunduğu yerdeki sızı dinmeyecek. Ulaştığı içlerim bir daha gülmeyecek. Ne dersen de adına, senin yaşadıklarından bakamayacak bu aciz göz ve akıl. O bulamayacak yolu ve kandıracak kendini. Kirli kalacak sürekli. İçinde süren ritim, üflenen melodi ardını bırakmayacak. Terk edip gidecek yine gittiği yeri. Bulmak umuduyla. Gitsin istiyor şimdi yüreği, terk etsin... Gidecek ve gittiği yeri kendine benzetecek. Kirli, aciz ve bitmiş.