27 Aralık 2011 Salı
Altı doldurulan
Eksiksin, yalnızlık var ve topluyorsun çevrene, boşluğa bırakanları. İçmezsin aslında ama dikiyorsun bu gece kafana tüm yalanları. Çekiyorsun dumanı içine, boşvermişliği ve arzularını. Yalandır kahkahan, bakışların ve dokunman. Karşındaki de bile bile sarılır yine de sana, dokunur, öper sonra ki hisset uykunu kaçıranı. Dilin zehir, bedenin yılan çoğu zaman, beni yutan. Yutkunan bir arayan, bir bulan, bir kaybeden çoğu zaman. Sen bu saatte uygularken sen zannettiğin senin kurallarını, okuyorsun bir kaç satır, bir başkasının hayatının tüm yalanlarını. Farketmiyorsun belki ama hep aynı saatte yolluyor tüm zırvalarını. Anlamı yok ama doldurursa altını var belki de. Belki de yanılgının en belirgin özelliğidir şaşırtmanın verdiği haz. Öyle bir haz ki gerçek olandan alamayacağın bir şey gizlidir, öyle bir masturbasyon. Öyle bir tahta, bir karış. Öyle bir kürk, bir beden. Öyle bir damga, bir göz.
14 Aralık 2011 Çarşamba
Bilinçsiz mastürbasyon
Çizilmiş bir cd gibi hayatın. Yansımalar sonsuza götürüyor, hipnoz. Beynin ayırt edemiyor gerçekliği. Yıldızlar ense köküne yapışmış, uzaklaşmıyor. Her tuşede kafana kakıyor döngüyü. Anlaşılmazlığa oynuyorsun. Her seferinde uyanıyorsun, uyuyorsun, asıl mastürbasyon bu. Aynı olan şey aynılaştıkça canını sıkıyor, aynı olan farklılaşınca aynıyı özlüyorsun. Sonra farklılık aynı oluyor zihninde. Ne istediğini bilmiyorsun. Bilmeden mastürbasyon yapıyorsun. Bilinçsiz mastürbasyon. Mastürbasyon kelimesi bile iğrenç geliyor sana, sebebini bilmeden. Ama yapıyorsun. Erken kalkıyorsun. Kusuyorsun. Ağlıyorsun. Bağırıp çağırıyorsun. Sinirleniyorsun. Stres. Sonra sürekli yemek. İçki de var. Sonra yine uyku. Uykuda da uyumak yok. Oradan oraya gidip geliyorsun. Seyahat var. Sürekli bir hareket. Sen dursan duramazsın. İstemsiz. Sen istem dışısın. Seni sevmiyor dışarıdakiler. Herkes kendini düşünüyor. Sen de kendini düşünüyorsun. Milyarlarca insan, milyarlarca dünya. Ama senin için olan sadece bir tane. Milyarlarca dünyadan sana ne. Sen iyiysen her şey iyi, değilsen hiç. Bok kokuyor. Sen kafanı boka sokuyorsun. Müzik sertleşiyor, bir yudum daha alınıyor içkiden. Acı. Ritme ayak uyduruyor başın, başın işi biliyor, ayağa hükmediyor. Sen hükmedemiyorsun. Anlayamıyorsun da. Aynı ama her şey. Eğleniyorsun, dans ediyorsun, değişmeyen döngüye ayak uyduruyor ayağın. O da istemsiz. Ayağın ayak olmaktan mutsuz gibi. Sen, sen olmaktan mutsuzsun. Aslında kendini de bilmiyorsun. Yalnızsın. Çevrendeki insanlar birden bire yabancılaşıyor. İnsan kendini tanıyamazken nasıl kendini tanıtır? Sen tanıdığını zannettiğin en yakın arkadaşının yanağına bir öpücük kondururken onun teni buz tutuyor. Güzel dudakların donuyor. Beynine ulaşmadan soğuk, kalbine ulaşıyor. Donuyorsun. Tek başına kalıyorsun. Mastürbasyon. Ekrana bakıyorsun sonra. Ekran sana bakmıyor. Gözü yok. Etkileşim. Bilinçsiz. Hipnoz ile. Öldürüyorsun. Boş. Zaman. Ölüm. Yoksun. Seni seviyorum. Sen? Kimsin? Müzik son cümleye giriyor. Bir inlemeyle bitiyor.
13 Aralık 2011 Salı
Oyun
Hiçbir şeyi hisset şimdi tüm kalbinle. Yokluğu, yoksulluğu ve dibi hisset. O his ki sadece sana ait ve senin için var olmuş. Seninle yaşar olmuş, seninle yok olacak. Yalnızlığı hisset ki seni hiç yalnız bırakmasın, hiç. Tanımlanmış olanları unut, geriye al tüm öğretilenleri yedi yaşından bu yana. Sil aklını, yıka beyin hücrelerini abdest suyuyla. Akışkan ol. Sokağın pisliğini götüren yağmur suyuna karış sonra. Sevdiğini sandığın adamın bokunun dolaştığı kanalizasyonlarda geceni geçir. Sonra vur kendini kıyıdan kıyıya. Okyanuslarla arkadaş ol, yunuslara yol ol. Anlat onlar içinden geçerken, sen. Çok mu yalnızsın hala?
10 Aralık 2011 Cumartesi
Yolsuz
Kendini bulma yolunda kendini kaybetmiş biriyle konuştum geçenlerde. Yorgunmuş, yönleri karıştırmış. Her yol mu aynı kapıya çıkarmış, yoksa her kapı aynı yola mı açılırmış? Yoksa bunların hepsi yalan mıymış?
Sonra başladım anlatmaya. "Uzay... Senin için ölmeye hazır, teklifini bekliyor. Bir yansıma alıp götürecek seni bu ülkeden. Yurdundan kopartılacaksın. Fısıltılar olacak kulağına yönelen, duymak isteyeceksin, duyamayacaksın. Kulağını tıkayan eller gibi gelecek bir karartı. Geçmişini özleyeceksin sonra. Eskilerden bir şeyler duyacaksın içinde, kokuyu arayacaksın, gözlerin onları görmek isteyecek. Şimdiyi yaşamayacaksın hiç, çünkü aslında şimdi diye bir şey yok, burası da yok. Hem bana sırtını dönüp dümdüz gitsen yolunu bulursun."Şaşırdı ama ne dediysem hemen yaptı. Koşarak uzaklaştı. Sağlığına...
29 Kasım 2011 Salı
Uyku öncesi beyin konuşmaları
Kimse gelmedi halbuki, tam yirmi kez uyandım uykumdan. Bana ne oldu böyle? Soruların en acı vereni buydu işte. Sayıklamalarımla cevap verdim, gökkuşağı kadar gerçekti onlar uyanıkken duyduklarıma karşı. Bu gece aynı şey değildi beni rahatsız eden. Hiç duymadığım kokun bastırdı burnumdan, sonra karanlık yıkadı yüzümü hiç hissedemediğim saçlarını unuttururcasına, ovdu bedenimi yirmibeş kadar el. Gerçekliğimle dalga geçti kulağımdakiler. İnandım onlara ben de her konuştuklarında, sana inanır gibi. Güvendim işte. Çünkü onlar terk etmedi beni hiç, aşk gibi fısıldadılar damarlarımdan içeriye. Kanımı da emdiler gelmişken evet, ama bu da yetmedi. Cesaretimi de vermem gerekiyordu ve aldılar onu da. Eyvallah çektim. Uyanmaya karar verdim, daha doğrusu verdim zannettim. Onu da almışlar, öğlene kadar uyudum çalışırken. Sayıklamalar hiç bitmedi. Gözler kapandı, hayaline karıştı.
28 Kasım 2011 Pazartesi
Ve
"Ve" ile başlıyor son zamanlarda hikayelerim. Bir tespihe benziyor dizgi ve ben durmadan devam ediyorum hikayelerime "ve" ile.O beni anladı ve ben ona bağlandım her seferinde. Dönen dünyamın inadına o gerçekti ve sardı beni en bilinmez, hissedilmez arzularıyla. Seni gördüm bu sefer ki sen artık başkalarının pişmanlıklarıydın. Pişmanlıklardı beni sana bağlayan ve pişmanlıklardı seni bana bağlayamayan. Anlamsız ve bana çok anlamlı cümlelerin birlikteliğiydi tıpkı bu yazıdaki gibi. Sen bilemezdin. Gerçekliğin benimkine uzak mıydı? Kırmızı değil miydi her duyguyu kaplayan renk? Yoksa ben mi kördüm renklerin diline? Kördüm ve uğraşım mutluluk kaynağıydı. Bu anlamsız cümleleri artarda koyana bir selam vardı bunları yazan parmaklardan. O güzeldi, içimi bilemedi. Bilmek isteseydi, dilerdi. Dil güzeldi ama gösteremedi. Direndi, yenemedi. Sevdi gönül gideni. Gitti sonra gönülsüz. Bulanık dünya, dalgalar.
27 Kasım 2011 Pazar
Kırmızıdır her renk
Bir hayli ilginçtir. Kırmızı olur etraf. Bulanıklaşır yumuşak bir ışık. Kalbin beyninde çarpar. Sessizlik yüksek bir sesle haykırır söylevini. Yoğunlaşır içindeki iyice. Son kez yüzleşilir korkuyla. Sonra sen farketmeden dökülüverir dudaklarının arasından ve duymadan önce görürsün harflerin senden uzaklaştığını. Kulakların duyduğunda iş işten geçmiştir ve daha cümle bitmeden bir oh çekersin derinden. Beklemek yorar ama gelir hüküm. Hüzünle kardeştir ve ne hikmetse cevap verilmeden dudaklarla, gözler anlatır hükmün rengini. Kırmızıdır, renk ne olursa olsun. Ve sahnede bu renk vardır artık, geceye karışır.
26 Kasım 2011 Cumartesi
Yorma kendini
Yaktım numaraları boşa dönmesin şimdi alev. Bir girizgahtır tenine dokunuş, sarı saçlarının yuvası. Kuş uçar, kervan da geçer bu diyardan. Kervan sen, hancı ben çoğu zaman. Sürekli bir ayrılık öyküsü derinden. Bir bunalma anıdır şimdi zaman kim bilir... Başı sen, başlığı ben güzel gözlüm. Ve bir lütuftur cümleye bağlaçla başlamak, sonu gelmeyen dinginlikte. Takılmalar yaşar dilin kendi özünde ki parmaklar dokunamasın klavyeye ritmin dozunu tuttururcasına. Yeni yetme bir müzisyen gibidir gözlerin senin de ki bir hatamı yakala da çiz üstümü bir çırpıda, deliksiz. Sen anlamazsın. Her boyalı yüz güzel ve aynı geliyor artık, aynı klişe dizgiye bulanık. Bıkar ya sonra yüz, çırpıda gitmek ister koynundan da, evet, bir, sen anlamazsın. Ben çok anlarım. Sen yalancısın, ben dolancı.
16 Kasım 2011 Çarşamba
Paylaşmayan ne olsun?
Sen ne verilirse onu almaya programlanmış gibisin son yıllarda. Biraz alıştırılmışsın sanırım. Aksini yapmak hata ve neyse... Verileni almaya ve onu paylaşmaya odaklanmış makine parçası güzel bir tanımlama senin ve senin gibiler için, ben. Bu kadar. Senin işlevin üzerinden on binlerce lira kazanan insanlar var ve sen aynı koltukta kıçını büyütmeye devam ediyorsun. Sen yücesin. O kıçın da yüce tabii, nerede bulacağız senin kıçın gibisini? O yüzden bunlar biraz zırva, yok bayağı.
Kolay çünkü. Pop olanı al ve tüket. Sistem bunun üzerine kurulu ve sen gerçekten bir çark olduğunu anlayınca çark edecek. Sana diyecek, "Hemen tüketilecek birşey hazırla.". Sen de üç kuruşa satacaksın tüketilsin diye tüm birikimini. Güzel bence, sanırım sence de öyle. Ve işin acıklı kısmı bu normal ve gerçek. Hüzünlendim.
Duyguların da tüketilmeli tabii ki, zincirleme. Sosyal medya olmazsa yalnızlığını bu kadar hissetmezsin, yalnız olmasan bu kadar masturbasyon yapmazsın, bu kadar masturbasyon yapmazsan birçok sektör çaresiz kalır v.s. Aklına gelebilecek tüm sebep ve sonuçları yazacak değilim, sen bir zahmet düşün, onları farklı dizilişlere uyarla, hadi koca oğlan.
Yok o yüzden bir çıkışın, en kolayı, sen pek düşünme boşver. Böyle güzel, dürt, mürt falan, like. Bak şimdi bunu paylaşacağım. Mucks
Kolay çünkü. Pop olanı al ve tüket. Sistem bunun üzerine kurulu ve sen gerçekten bir çark olduğunu anlayınca çark edecek. Sana diyecek, "Hemen tüketilecek birşey hazırla.". Sen de üç kuruşa satacaksın tüketilsin diye tüm birikimini. Güzel bence, sanırım sence de öyle. Ve işin acıklı kısmı bu normal ve gerçek. Hüzünlendim.
Duyguların da tüketilmeli tabii ki, zincirleme. Sosyal medya olmazsa yalnızlığını bu kadar hissetmezsin, yalnız olmasan bu kadar masturbasyon yapmazsın, bu kadar masturbasyon yapmazsan birçok sektör çaresiz kalır v.s. Aklına gelebilecek tüm sebep ve sonuçları yazacak değilim, sen bir zahmet düşün, onları farklı dizilişlere uyarla, hadi koca oğlan.
Yok o yüzden bir çıkışın, en kolayı, sen pek düşünme boşver. Böyle güzel, dürt, mürt falan, like. Bak şimdi bunu paylaşacağım. Mucks
14 Kasım 2011 Pazartesi
Gülmedik
Şimdi ne çocuklar gülüyor, ne de yetişkinler ağlıyor bu dünyada. Bir garip tutukluk hâli bizimkisi. Bir el geldi ve aldı vicdanımızı. Yerine felç olmuş yapay bir kalp bıraktı, olalım diye biz olmayan. Ajansların geçtiği haberler dizi, dizilerimiz haber niteliği taşıyor artık. Bir kutu verdiler senden aldıklarınn yerine ki karşısına otur, yanında da promosyon olarak küçük bir kutu daha verdiler kulağına sok diye. Soktuk biz de verdiklerini oramıza ve buramıza. Hoşumuza gitti. Gülmedik yine de.
11 Kasım 2011 Cuma
Doğaç
Neyi bekliyorum süre dolarken? Sigara gibi çekiyor beni içine, tükeniyor, kum saati. Üçgen geliyor gözümün onüne ve gitmiyor ve sürekli orada. Beyazda bir kırmızılık görüyorum, bazen yeşile çalıyor, körlük. "Neyi arıyorum? Makineleşmek niye? Hangi gelecek gün için bunca çaba? " diye diye bitiriyorum bir günü daha. Ve daha çok makineleşmek var hayalde, güzel. Orada duran varlık için kendini daha çok zincire daha sağlam kilitlerle bağlayacaksın, mağara. Bir güzellik arıyor ve bulamıyor sonra, ben. Ben çok yoruldu bu aralar. Gerçekten zor dışı güzel içi canavar olan bir şey, gün batar. Batar deriz hala, halbuki zordur değiştirmek tabularını, dünya dönüyor ve yuvarlak. Ay neden oradan bana bakıyor? Gezintiye çıkıyorum sonra, bir bok zannediyor ya, o yüzden. Bokluk felaket. Zor zannımca. Ben zannetmeyi de bıraktım bu ara, boşverip dinlemeli kendini insan. Dinlemeli, koca elli, bir felaket, sen, yalnızım.
4 Kasım 2011 Cuma
Pikselleşme var bozkırlarda
Pikselleşme var bozkırlarda, sensiz. Yüzün geliyor gözümün önüne 256 piksel karenin içine sıkışmış. Sonra bir yaprak düşüyor kucağıma, profilinden kopup gelmiş gibi hissediyorum seni. Like ediyorum derinlerimden. Hayallerimdeki birlikteliğimizle yetinmiyorum sevgili, fotoğrafını kesip fotoşokluyorum ikimizi yanyana, yapraklar orada da bizimle, narin ve sessiz. Sonra aklıma geliyor beni ilk dürttüğün Eylül akşamı, erken gelen kışın soğuğundan mı, kahveyi fazla kaçırdığımdan mi bilemiyorum, çıkan o ses hala kulaklarımda. Sanki gerçekti tüm yaşananlar ve ben seni çok özledim. Üç nokta kadar anlamlıydı çoğu zaman klavyemin tuşe sesi. Bir hazandı içimi parçalayan, cızırtılı dalga sesi, paylaştığın klipteki, sen paylaştın ya... Nefesimi tuttum ve bekliyorum şimdi. Simülatörler çıksın da kavuşayım beni benden alan tenine, nefesine, sesine, diye...
2 Kasım 2011 Çarşamba
Sevgili boşluk
Merhaba boşluk, yine ben. Bu aralar seni sık rahatsız ediyorum farkındayım. Ama gönlü hoş bir matruşkanın kendini damacana gibi hissetmesini nasıl hoş karşılayabilirdim ki? " Selamınaleyküm." diye... Tabii doğru. Canımın yongası oldu bugün kelebek, yonca gibi koktu sırtlan, tabak gibi kırıldı yosmalar, sensiz gibi yalvardı gökyüzü. En çok da bir araba farı gibi şarkı söyleyen bir kahve fincanı gördüğüne dayanamadı not defteri ve kalemin üzerine yazı yazdı. Kolay değil seni bulmak anla yani.
Kırmızı başlıklı bir salınım geçirdik bir evreden diğerine doğru, yere sordu, bere yordu, geleyazdı yalnızlık. Kaybeden bir insan çıktı karşıma sonra, orada, yorgun, bitkin ve bitkim. Zordu saçmalamalar bir çatının en uzak kiremitinin üzerinde tek ayağının üzerinde boku donmuş lanet bir insan evladının, dururken çıplak, sırtlan. "Yürü git lan!" diyesi gelir genelde sırtlandan sonra ama bu yaz da yine soğuk olacak güneş bize. Seni seviyorum. Dersini iyi çalıştın mı, gel bir pes atalım boş bir araziye ki belki bir köpek bulur da beslenir içi dolu güzel bir günde, boşluktan. Anlama vaktin geldi. Sana ihtiyacım var, bencilim belki. Güçlüyüm ama yanında güçsüz olmak istiyorum, sen beni al koynuna bu sefer. Hiç oynamadığımız rollerimizi değiştirelim istiyorum seninle. Büyük harf mi gerekiyor bağırmak için illa? Telefonum üşüdü bugün yine hey, boşluk. İyi ki varsın, benim olmasan da veya benimle, iyi ki varsın ve iyi ki hep ol...
Kırmızı başlıklı bir salınım geçirdik bir evreden diğerine doğru, yere sordu, bere yordu, geleyazdı yalnızlık. Kaybeden bir insan çıktı karşıma sonra, orada, yorgun, bitkin ve bitkim. Zordu saçmalamalar bir çatının en uzak kiremitinin üzerinde tek ayağının üzerinde boku donmuş lanet bir insan evladının, dururken çıplak, sırtlan. "Yürü git lan!" diyesi gelir genelde sırtlandan sonra ama bu yaz da yine soğuk olacak güneş bize. Seni seviyorum. Dersini iyi çalıştın mı, gel bir pes atalım boş bir araziye ki belki bir köpek bulur da beslenir içi dolu güzel bir günde, boşluktan. Anlama vaktin geldi. Sana ihtiyacım var, bencilim belki. Güçlüyüm ama yanında güçsüz olmak istiyorum, sen beni al koynuna bu sefer. Hiç oynamadığımız rollerimizi değiştirelim istiyorum seninle. Büyük harf mi gerekiyor bağırmak için illa? Telefonum üşüdü bugün yine hey, boşluk. İyi ki varsın, benim olmasan da veya benimle, iyi ki varsın ve iyi ki hep ol...
30 Ekim 2011 Pazar
Rengi kızıla çalan bir yaprak
"Bekleyen vardı ve bitmişti güzel çınarların gölgesinde bir hayat. Önce rengi kızıla çalan bir yaprak dokundu tenine ve ardından onu kıskanırcasına örttü toprak bedenini. Gözleri artık göğün maviliğine ulaşamıyor, eli küçük çocukların saçlarını okşayamıyordu." En çok da son cümlede zorlanmıştı içinde doğan ama büyütmek için uğraştıkça canını yakan duyguyu anlatmaya çalışırken. Derin bir nefes aldı ve yeni demlenmiş çayın buharıyla buğulanmış camdan dışarı, uzak bir civara doğru gözlerini çevirdi. "Toprağı gerçekten hissetmeye başlamıştı, bu his hem acı hem de tatlıydı. Öyle ki hem evinde gibi hissediyor, hem de daracık bir hücreye atılmış gibi kıvranıyordu. Herşeye katlanırdı halbuki, ışık. Işığı görebilseydi..." Gözlerinin buğusu da eklenmişti manzaraya. Sesi de cılızlaşmaya, kirlenmeye başladı. Bedeni buradaydı da kendisi uzaklarda dolaşıyor, birini arıyor, birinin gelmesini bekliyordu sanki. Devam etti. "Görebilseydi gücü olurdu, devleşirdi. Toprağın altında kalmak ne demek? Ağaca gölge ederdi cüssesiyle. Şehir, en yeşil dağların etekleri; sis, diyarından koparılmamış papatyaların süslediği saçlarının kokusu gibi olurdu. Keşk..." Bedenini unuttu sanki, gözleri devrildi. Gözünü mesken edinmiş buğu yoğunlaştı, yanağını ıslattı. Devam etmek istedi, izin verilmedi. Kendine sakladı o da son sözünü, gördüğünde söylemek için, ışığa, onun ışığına.
27 Ekim 2011 Perşembe
İçine düştüğünde yok oluyorsun
Yeni yetme melankolisi değil. Sonunu göremediğim karanlık bir tünel sadece. Bir imge değil benim yarattığım. Orada öylece duruyor. İleriye geriye ve hatta sağa sola gidiyor. Ruhunu hissediyorum, kanıyor. Ama imge değil baktığım. Bir varlık ve nasıl orada durup varlığını hissettiriyorsa, yokluğunu da gerçek bir şekilde hissettiriyor. Acı bir şekilde. Gözümü kapattığımda kulağıma fısıldayan melodilerin arasındaki bir boşluktan kokuyor bana. Bir nefes dokunuyor sonra yanağıma, yumuşak. İçine düştüğünde yok oluyorum iki tane karartının. Gözümü kaçırmalarım ondan. Kaybolmak dert değil de, hissedememek dokunuyor adama. Boğuluyorum sonra derinlerinde, derinler ki girdaplara mesken olmuş ve savuruyor oradan oraya, çığlık. Sessizlik geliyor misafirliğe, çok durmuyor ama susturamıyorum. Elimi uzatıyorum sonra, hissetmek için. Göremiyorum, körlüğüm. Uzatıyorum ısrarla, elimi, ısrarla, çıkış, uzatıyorum, elin, ısrarla, elimi...
26 Ekim 2011 Çarşamba
Muck
Merhaba okuyan insan. Yazdıklarımı hazmedene kadar ben yokum. Görüşürüz, kendine çok iyi bak. Evdekilere selamlar.
Siktirip gitmek
Evet, yanlış okumadın. Siktirip gitmek istiyorum! Bunaldım iki yüzlü hareketlerinizden, sizden, senden, ve ondan. Gerçeği istiyorum! Aptal aptal konuşmalardan, bunalımlardan nefret ettim. Ne bok yiyorsunuz siz? Ne bok yiyorum ben? Gerçekten ne bok yiyorum ben?
İçine soktuğum kendimi, çıkartamıyorum girdabından. Tutunacak gerçek birşey yok mu? Görülmüyor mu onca çaba veya onun da mı içi boşaltıldı? O da mı gerçek olmayanla karşılaştırılıyor zihninde? Neyim ben bok mu, imge mi, simge mi, herhangi birşey mi? Kusmak mı gerekiyor? Sen nesin ve ben neyim? Niye oradasın, niye hayatımdasın, gerçekten hayatımda mısın, hayatında mıyım? Neyim ben kahretsin? Sıçtığımın aynası göstermiyor gerçeği, içeriyi dışarıyı, ne boksa. Aynasız köye yerleşip kaval çalmak şu andan daha anlamlı. Hey! El sallıyorum, hu hu! Sesim ve görüntüm de mi yok? Ha onlar da bok.
22 Ekim 2011 Cumartesi
Duman
Reddedilmekten korkuyorsun sürekli, terk edilmek. Maskelenmiş tenin ve ruhu çekilmiş bedenin var uyuşturduğun. Dumanı çektiğinde yanan sensin içine. Ellerin uyuşur, karıncalar gezinir saçlarının altında, nefesler duyarsın uzaktan alınan ve verilen. Ritm süreksizleşir. Dokunmak istersin, gözleri önündedir işte, içine bakarsın susup. Her kelime ölüm fermanındır sanki. Kendini anlat bitsindir bir an önce. Nefesler kumbara gibi doluşur içine, kalbinin atışı değişir sızıyla. Makine olduğunu unutursun bir an. Yaptığın sistem dışına çıkar, makineler buna aşk der. İnanırsın. Korkarsın yine ve yine ve yine ve yine ve yine ve yine. Sertleşir üstüne geçirdiğin gömlek, bedenin daralır. Küçüldükçe hatırlarsın, hiçlik... İçersin sonra, dua edersin içtikçe. İşaret ararsın kurtulmak için, aradıkça gizlersin işareti kendinden. Gözleri gelir gözlerine, ara verdiğini unutmuşsun. Sarhoşluk onun yanında, muhtemelen güzeldir dersin. Dinlenmeli olduğunu söyler benliklerinden biri. Kolunu tutarsın kendinin ki tutma kolunu diye. Bir kaç melodi hicaz, ağıt yakar ruhun bedenine. Verirsin kendini ritme, yok olmaya, hayatmış seni bitiren. Bit dersin, gel, dersin, hep denir.
17 Ekim 2011 Pazartesi
Ve git...
Git... Ve bir alevdi görünmeyen tenin, yaktıkça içime dokundu saçlarınla bir olup. Devrikleştirdiğin hayatımdı hayallerime karışıp ve ben gizli özneydim kurulan tüm cümlelerde, yoktum. Ve sen yokluğumda beni yordun, zorladın, zorlandım, yoruldum. Ne yaparsam yapayım o cümlede olamadım. Ve iyi ve kötü sıfatlar sadece karanlığa ait oldu bu hikayeyi anlatan metinlerde. Gidiyordum, olmayan ben gidiyordu. Anlamıyordun, belki de anlamayacaktın hiç, ya da görmezden mi gelecektin bilemiyorum. Çünkü zaten gerçekte ben yoktum, yok muydum? Yalan bir dünyada mutluluk ne kadar gerçek olamayacaksa, olmayan ben bir o kadar yok olacak şimdi. Ve git dediğime bakma, olmayan gidecek buralardan ve kimsenin ruhu bile duymayacak. Ve evet güçlüyüm gidebilecek kadar, ama arkama dönüp bakışlarımı mazur gör, çünkü gözükmese de gözlerine gerçekti tüm hikayeler ve sonbahar tenindeki...
16 Ekim 2011 Pazar
Üç nokta
Çok güçlüyüm, bu beni aciz bırakan... Talan ediyorum ardına sıkıştığım duvarları şimdi. Bedenim karanlığa hapsolmuşken, ben hayaller kuruyorum aydınlık, sen. O beni biliyor, yardım etsin güçlüğüme...
13 Ekim 2011 Perşembe
Kendime
Rüzgar esmiyor, ben esiyorum sanki koca koca binaların arasında. Kulağıma üflenen uğultular ondan. Aynı yerlere teker teker her sabah ve gece basıyorum, bir önceki günün, ve düşünmezliğin içinde düşünür buluyorum kendimi. Çaresizim ya... Herkesin doğrusunu öğrenip kendi doğrusunu bulmaya çalışan bir aciz. O kadar aciz... Sürekli aynı melodiler, aynı hüzün sürekli... Başa sarıyorum ve art arda delirircesine... Bitiremiyorum cümleleri de artık aldırma. Ne saçmalıyor bu diye sorma ne olur... Uğultular seslere dönüşüyor, farklı olduklarını bilsem de senin sesin gibi geliyor artik hepsi, küfür etseler de en güzeli senin ağzından. Gece gelip yokluyorlar, ama sanki sen dokunuyorsun ve acıtmıyor yumuşaklık. Güzel böyle... Gölgeler de sensin ışığın kendisi de, öyle işte. Havada sabit duruyorum sanki, bilmezlik vuruyor tersten, eller çaresiz soğuklukta, donan bir kalp cayır cayır, yakan bir elem çikolata tadında. Elim yetişmiyor yokluğuna, yokluğuma, varlığım. Mum yakıyorum, romantiğim. Geceden sabaha gözümü arada dinlendirerek izliyorum hareketini ki ders alıp uygulayayım hayatımda. Kanım donuyor, uykum geliyor ve bir değişiksizlik içinde yatağıma yatıyorum. Koltuk alınıyor. Ben çok alınıyorum kendime, kendimize, bize ve sana. Bize ve kendimize ama en çok kendime bana... Yokum ben bu diyarda, başka.
11 Ekim 2011 Salı
Sonbahar
Bir sonbahar şarkısıdır şimdi içim. Yükselişlerinde, cebime sokamadığım elimi keser soğuk. Kaybettiğimi anlarım her rüzgarlı nakaratta. Sevgiline sığınır gibi sokulursun ya paltona, her içine çekildiğinde daha çok hissedersin işte yalnızlığı. Dökülen yapraktır serbest dolaşan notalar ve onlar daha çok içini yorar. Kayboluşun mevsimidir sonbahar, başrolünü oynadığın filmin fonudur. İçindeki melankoli yetmez diye düşünür de üzerine katmerli bir acı verir. Pus kaplar sonra, gözlerini dolduran gözyaşı olur, armonisine ayak uyduramazsın. Yorar seni renkler ve sen sadece evde, yumuşak bir ışığın hafifçe aydınlattığı bir koltukta kahveni yudumlamak istersin. Her yalnız gibi senin de tek düşlediğin sahne bu olur. Battaniyen sırdaşın, çorapların yoldaşındır bir süre ve yalnızlığını paylaştıkları için nesnelerine daha çok bağlanırsın. Sıcak, yudumladıkça içine akar aşk gibi. Lirik bir soprano tınısıdır pianoyla sevişen ve sen sevişirsin sigaranın dans eden dumanıyla. Ama farkedersin, dumanın bile senden uzaklaşmak için yükseldiğini tavana. Gözün pencereden dışarı bakar, sokak lambasının altında otobüs bekleyen bir çocuğa ilişir. Masum hissedersin kendini onun kadar, olmak istersin ya da. Söndürdüğün sigaran değildir aslında, içindeki saflıktı yıllar boyunca. Farkedersin, farkettirdiği için sevmezsin sonbaharı. Düğme bozuktur sana göre, değiştiremezsin müziği. Sonunun gelmesini istersin, bir umutla beklersin, çok istersin ve hatta hayatına dair ne varsa istersin olsun diye, yalvarırsın dualarında, tempo hızlanır içinde, sona yaklaşmak iyice yorar seni ama sabredersin sonu güzel olacak diye. Ve son gelir... Kış şarkısı başlar.
9 Ekim 2011 Pazar
Gece
Göğsüdür dokunan göğsüme. Bir karanlık basar içimi, dillenir kötü ruhum. Uzakta olanı ister de hissedemez. Dillendirir hüznü nefesler onun yerine. Gözünü kapat, der bir ses, beni duyduğunu biliyorum. Yatağımda yatarım sonra sol yanıma dönmüş. Bastırır gece kollarımdan ve kelepçesini vurur bileklerime. Edemez hareket aciz beden. Dualar, imdadıma yetişsin diye okunur ruhumun en üst mertebesinden, kirli. O ruh ki kirlidir geçmişinden. Geçmişi ki doludur abdestsiz zikirden. Ellerine bastırmıştır bir nefes, bırakmaz boynunda ağırlığını hissettirmeden. Sinirlenirim, boğazlamak için toplarım tüm gücümü hareket etmeden ki sanırım gücüm çoktur. Başka bir nefes boğuluşunda aniden patlarım haşmetimle ama o haşmet dışarı çıkamaz, ruhum paramparça olur, çığlıklarım içimi kaplar da beden bir zerre kıpırdamaz.
Ama o uzaktadır ya, gerisi boştur nedense.
İnsafa gelir gece, bileklerimi çözer ama gitmez, ama bedenim hareket etmez. Gözlerini açabilirsin der, ama gözlerimin iradesi yoktur, ama gece zaten gitmez. Nefesi boynumdadır. Bir an gözlerimi açarım sevgiliye gider gibi, elim kıpırdar yeniden dirilmiş gibi. Nefes ordadır bilirim. Korkarım evet.
Yoktur ya boştur yine de.
Yetmiştir, gittiğini duyarım, yürüdüğü göğsümdedir, bir parçasını orada bırakır gider. Kapıyı kapatmadan, tıkırtılarını utanmadan bırakır gider arkasında. Gitmiştir. Bir süre izlerim karanlığı ve gücümü toplayıp yaptığım tek şey diğer yanıma dönüp uyumak olur.
6 Ekim 2011 Perşembe
Virgül
Kara bulutlar zihninde yumru gibi yoğunlaşmaya başlıyor. Takıntıların var ve hastalıklı ruhun bedenini ele geçiriyor sinsice. Boynunda, kolunun altinda ve kasıklarında lekeler beliriyor. Beynin eriyor ve burnundan akıyor çokça. Dilinin kemiği kalmamış, sövüyorsun önüne gelene ki hak ediyor herkes kemiksiz dilin sövgüsünü. Karşına çıkmak ne demek; köpürüyor deniz, hayvanlaşıyor dalgalar sen bölünüyorsun tam beş parçaya ve karanlık bastırıyor etrafı, don. Virgülsüz duraklamalar yaşıyorsun kurduğun her cümlede. Cümleleri de sen kurmuyorsun ya çaktırma. Egon var senin, o yüzden kayıpsın. Eziliyorsun büyük bir fil ayağının altında. Dargınlığın karşındakine ama mecalin yok hareket etmeye. Saygının dibi çürümüş, kökleri fosil olmuş tam da içinde. Sen ama hâlâ yaşamındasın. Bu tarafın pek önemi yok, çokça kendi derdindesin. Beyin kıvrımların kabuk bağlamış, nefsin belini bükmüş. Zaten pek derin değilsiniz cins bakımından, acizlikten değil işinize gelmiyor. Neyse, oyuncak dünyanın yeni oyuncağıyım ben ve sen yüce derinlik. Ne kadar sığsın. Aslında değilsin. Ama böyle öylesin. Zincir gözünün onünde hatta arkada bile değil. Metalin kokusunu ağzınla alıyorsun. Yetmiyor. Bir anlamım varsa gelmen isteniyor. Gelmiyorsun. Gitmekte de bazı problemler var. Olmuyor.
5 Ekim 2011 Çarşamba
Araf
Huzuruna ulaşırsın yâr kokusunun. Tükenmez bir membânın orta yeridir teni. Nur akar gözleri kalbinin köhne yerine. Duvar olursun, siper edersin de kendini. Sığınır o.
Göstermezsin ama içini, erkeksindir. Öyle uzaksındır bir yandan.
Yola şöyle bir bakarsın. Gözün körleşmeye başlamıştır.
Delirirsin.
Affetmez seni.
Yola da çıkamazsın.
Ne olduğunu bilemezsin.
Kokusu da yoktur artık. Gözyaşın temizlemez kirini.
Ses istersin, sağırsın.
Gözlerini istersin, körsün.
Dokunmak istersin, tenin yanar.
Nurun söner.
Durursun.
4 Ekim 2011 Salı
Yanılma 1
Nedir benim varlığım? Et mi kemik mi? Zamanın hangi dilimindeyim? Girer mi rayına, bulsam cevapları? Yoksa cevabını bulmak arzusu... Taslak olarak kalmalı.
3 Ekim 2011 Pazartesi
Soğuk
Karga mı anlatacak bana soğuk kış gecelerini yoksa ben mi kendi kendime dillendireceğim üşümenin ne kadar yaktığını içimi? Sen mi güleceksin yoksa ben mi ızdırap çekeceğim daha yeni doğmuş bir bebeğin ölümüne şahit olarak? Gidilecek mi hayaldeki mekana, söylenecek mi o yanık türküler gül yüzlü çocuklara? Dilediğimdi oldu, ya şimdi olacak mı sen güldüğünde benim acı çekmeme ve karganın ısrarla bana soğuğu hatırlatmasına rağmen? Bilmiyorum ama seviniyorum yine de. Hatırlıyorum ve göruyorum ki ben de insanım, ve hissediyorum. Bir çift kanat ve ben dalda bekliyorum. Gelsin ve atlayalım diye.
2 Ekim 2011 Pazar
Gitsin istedim
Gitmek, onun yanına veya buradan uzağa... Ne fark edecek? Dokunduğu yerdeki sızı dinmeyecek. Ulaştığı içlerim bir daha gülmeyecek. Ne dersen de adına, senin yaşadıklarından bakamayacak bu aciz göz ve akıl. O bulamayacak yolu ve kandıracak kendini. Kirli kalacak sürekli. İçinde süren ritim, üflenen melodi ardını bırakmayacak. Terk edip gidecek yine gittiği yeri. Bulmak umuduyla. Gitsin istiyor şimdi yüreği, terk etsin... Gidecek ve gittiği yeri kendine benzetecek. Kirli, aciz ve bitmiş.
27 Eylül 2011 Salı
Rüya
Sözler ne kadar anlamlıdır ve görüntüler ne kadar gösterir gerçeği, içini. Yansımayla ne kadar yaşayabilirsin ve kandırabilirsin? Kendini. Senden bahsedildiğinde nedenler bulmak için mi yaşıyorsun ilgiyi başka yere çekmeye? Duymazdan mı geliyorsun suçların ve günahların ve sorunların ve zayıflıkların yüzüne vurulduğunda? Yüzün de mi sana söylemeye cesaret edemiyor veya?
Öldüğünü düşünmek gibi kendisiyle yüzleşmesi. O yüzden ölmüyor genelde. Rüyasında öldüğünü gördüğünde kabus, diyor ve geçiyor. Olmaz, diyor. Zaten 10 dakika sonra dönüyor yaşantısına ve stresine, ardından yol yorgunluğu başlıyor, uzun yol gidiyor. Yolun sonunda da hediye olsa çok sevinir. Olmuyor, iş başı yapıyor. Gerekmiyor.
Sen bu kayıtsızlığın devam etmesine bayılıyorsun belki de... Onlar da böyle, burada yaşamak için böyle olmalıyım diyor olabilirsin tabii ki. Çok normalsin ve sana yöneltilen sorular çok acayip. Anormalliği normallikten görmek, bir yılanı koynuna almış sincaba benziyor bilinçaltında. Alttan alıyorsun. Uykunda kulağına fısıldayan küçük şeyler bin farklı hikaye ile kulaklarını boyuyor, sen. Uyuyorsun. Yalnışlıklarımı gördüğünü zannedip konuyu değiştirecek bahaneler buluyorsun, kendi içinde bile. Kendini kandıracak kadar aciz kalmışsın. Çok yalnızsın. Benim gibi. Eksikliğin...
Çıktığı zaman işten, üstüne üstüne geliyorlar, onun. O yol boyunca anahtarı kapatıyor. Unutkanlık başlıyor sonra. Sızı.
Yık geç maskeni ve kendini ve seni. Sen ve kendin iyi bir ikili olamadınız kabul et. Kabul etmeler de acı veriyor çokça. Etmedikçe ölüyorsun. Dirilmeyi beklerken gömülüyorsun.
O sonra eve gidiyor ve yorgunluktan kendini yatağa bırakıyor. Uykusunda daha önceden tanımlanmış bir rüya görüyor. Ölüyor rüyasında ve bilinci açılıyor sinsice ve suratına çarparcasına. Uyanmayı bekliyor ki bitsin bu ölüm, dirilsin istiyor, uyku güzel geliyor herhalde, uyanmıyor.
26 Eylül 2011 Pazartesi
Gölge
Karanlığın içinden gelir kara kara gölgeler. Seni tanımlar, gezdikçe ve gördükçe ve güneş altında yolunda ilerledikçe. Senin aksine gider ve her seferinde ters yöne vücudunu bozmuş gibi yapar, arkandan dolanır da nesnesi yoktur ya bir şeyin altından geçmeyi beceremez ve üstünde kalır izi ve sanki hiç oradan geçmemiş gibi kusursuzca kaçar ışığın kovalamacasından. Işık ki ne zaman onu bulmaya gelse o bir yolunu bulur ve başka yerlere gider de hissettirmez kaçtığını. Ziyadesiyle hızlı dönsen arkana sana bakan bir silüet görürsün ama ne kadar sen olduğunu bilsen de o karartının, bilinçaltın bunu kabul etmez ve gece karanlıktan korkar gibi kendi gölgenden başlarsın korkmaya, başka insanlardan. Başka insanlar ki belki de onları kendine daha yakın görüyorsun kendi gölgenden, sen. Sen bilemezsin. Başlıklar değişir ve sen aynı kalırsın, içeriksin aynı zamanda ama içini bilemezsin. Lambaları yakarsın, fenerler tutarsın göremediğine ama kalacaktır yine göremediğin bir yer ve sen bunu farkedersin, kendin. Ya ölümde ya da diriyken, ya da diriyken öldüğünde aynı zaman. Sırsa bu bileceksin ama gölgen gitmeyecek, belki de görülmeyecek artık ama gitmeyecek, git. Sen bil. Bilmek istiyeceksin, ulaşmak isteyeceksin ama bitmeyecek yol ve sen isteyeceksin. Bitmemesini isteyeceksin, gölge sürekli geriye doğru yürüyüp seninle gelecek. Bileceksin bilemeyeceğini. Çelişeceksin, aklın yetmeyecek, gölge hep olacak. Işık isteyeceksin, aydınlanacak gerçekten dört yanın, ama imkanı yok, gölge gitmeyecek. Bu sefer için kararacak, içine bakacaksın bilemeyeceksin. Yolunu şaşıracaksın, önüne atlayacak görmeyeceksin. Yanından geçeceksin, bilmeyeceksin. Sen onu arayacaksın ama bilemeyeceksin. Öleceksin sonunda, bilmek bu dünyada kalacak. Bilinmeyeceksin.
25 Eylül 2011 Pazar
Nefes
Köreltemediğimi yüceltmişim.
Ona yemiş, bâde olmuşum.
Ateşe koşan ayaklarım, beyazı unutan bir aklım kalmış.
Nefes alamazken nefes vermek neyime...
Ona yemiş, bâde olmuşum.
Ateşe koşan ayaklarım, beyazı unutan bir aklım kalmış.
Nefes alamazken nefes vermek neyime...
22 Eylül 2011 Perşembe
Sokak lambası
Dibinde değil mişim, öyle dedi doktor yüzüne doğru öksürünce. Bir iki ter damlası görmüştüm alnında, utancından beni oradan bir an önce uzaklaştırmak istemiş olabilir. Ama neyse, bilim dibinde olmadığımı söylüyor. Bir iki git gel ile bu işi çözebilirmişiz. Vallahi takdir ettim.
Şimdi... Gençliğe bakıyorum da sürekli bir iletişim içinde olma çabası, elden telefonun düşmemesi, sosyal medya muhabbetleri falan filan... "Hacım sana yeni bir kültür dayatıyorlar haberin yok." edebiyatına girmeyeceğim, okumazsın zaten gerisini. Ama bir çık dışarı artık, vur kendini sokağa, vur kendini parka, vur kendini sahile, deli gibi susa ve tat doya doya dudaklarına damlayan yağmurun saflığını. Gerçi zor ama değil mi? Şimdi iki saat süsleneceksin de ayakkabılarını giyeceksin de aman da aman... Acıktığında yemek de yapmazsın sen. Odan dünyan olmuş senin. Pizza söyle bari, gerçi koridoru geçmek zorunda kalacaksın kapıyı açmak için. Neyse sen ayarla...
Ha çok trafik olyuor bazen, yoruluyorsun. Sabretmeyi öğren... Hiç olur mu öyle şey?
Sen hiç sokak lambasıyla konuştun mu? Benim oluyor baya, lise zamanlarımda konuşurdum. Eski liselilerden kim kaldı ki günümüzde... Bulamıyor insan aradığını ne kadar zaman geçse de, lambalar tutturamıyor o eski ışıkları. Ben akşam dışarı çıkayım da şu bizim sokaktaki lambayla bir dertleşeyim en iyisi. Memleket meselelerine gireriz güzel olur. Başbakan savaş çıkarabilir bu aralar...
Güzel lastikçiler var burada, yan yana dizilmişler. E tabii lastikler de cabası. İyi bir lastik insana insan olduğunu hatırlatır. Yoksa işin zor. İyi bir lastiğin olsun hayatta, gerisi teferruat.
Hâki'ye selam. Sen belki anlamadın ama o anlamıştır. İyiydi muhabbet. Zaten kelimeler ne işe yarar ki onları sese dönüştüren insanlar olmasa. Bilgi içinde duran bir enerji, transformatörü iyi işlet ki ses enerjisine dönüşsün, bir işe yarasın. Yoksa zor. Sonra o gaz enerjisine dönüşebilir, planlama enerjisi falan, sonra harekete geçersin. Transformatör müydü ya o?
Bu devirde yaşamak zor, hele doğmak için bir kaç asır geç kalmışsan. Oyunlar oynanıyor, saçlarından tutup seni sürüklüyorlar ama gık çıkarmıyorsun. Ama hayat sana güzel söyleyeyim... Saçlarını falan kestir, boyat, tırnakları uzat, öbürü göğüs kıllarını aldırsın, ense traşı falan. Öyle ki böyle. Durdu ve indi. Kimse ses çıkarmadı. Çıkarsın ki neden? Alıştı mı Aliş? Aliş benim ilk oyuncağım, eniştem aldı.
16 Eylül 2011 Cuma
Bok A.Ş.
Evet genç arkadaş, nedir bu koku ya? Yine mi pislettin altına nedir? Anlamıyorum, küfrün ve nefretin bir kokusu var mıdır veya hırsın, egonun, saldırganlığın? Ne bu bok kokusu ya? Geldin yine karşıma dikildin...
Tamam, geçenlerde bir yazı okudum ve üzerine kokuşmuşluğa taktım, o da bana. Yazarına selam olsun. Peki tamam biz bok kokuyoruz, yani öyle diyor... Hepimiz. Tabii katılmamak gibi bir terbiyesizlik yapacak değilim. Ama bokun da güzel geldiği zaman yok mudur burna? O bok da bir çiçeğe dönüşmez mi? El yeteneğine bağlı.
Dönüştürme işini bırak da bu kokudan nasıl kurtulacaksın sen onu söyle. Ruhunla düşünüp bedeninle harekete geçiyorsun, soyut bir forma sokup kendini paslanmak için elinden geleni yapıyorsun, sonra da paslanmaktan nefret ettiğini söyleyip yine ve yine aynı şeylere devam... Bu şekilde bok kokman normal. Hem ben ne kadar kendimi manipüle edip senin bok olmadığına inandıracağım ki kendimi?
Azgınlığın ve küstahlığın tavan yapmışken, beynin bok ve çiş çıkan uzuvlara çalışıyorken, üstün yükünü alta yıkıyorken bok kokmak ne kadar anlamlı. Çürüyoruz ve çürümemek için çabalayanlara kokumuzla yapışıyoruz, bokumuzla. Onlar papatyaya benziyor, yoldan geçenlere "Merhaba." diyebilmek için betonu delip göğe yükselen. Onlar bokun içindeki parfüm kokuları ve sen kendi bokunu örtmek için o parfümü kullanıyorsun. Sen o boku alıp yaprakla temizliyorsun. Sen o kadar iğrençsin ki dönüp ardına bakmıyorsun, ben.
Ben de o kadar iğrenç bir bokum ki spiral çiziyorum göğe dokunma hayaliyle. İnsan olduğumu hatırladığımda yaprak işimi görüyor, boksam mutluyum ve spiral haldeyim. Üzerime sinek konarsa ne ala, bana gökten haberler getiriyor ve konuşuyoruz onunla... Kıvamım gerçekten yerinde.
Çok bok muhabbeti oldu ama sen seversin. Böyle bir yerde ayağına bulaşmaması imkan dahilinde değil zaten. Güzel bir koku kalmamış. Tek yaptığın yaprak kullanmak, yüzüne gözüne bulaşan boku temizlemek için. Oradan burası nasıl gözüküyor bilmiyorum da buradan orası pek fena gözükmüyor. Boka karşıyım ama şu an boksuz yapamam. Yaprağı buraya da gönder.
Al bir de buyur buradan kokla > http://carlitossed.blogspot.com/2010/11/yorgun-kzgn-birikmis.html
Tamam, geçenlerde bir yazı okudum ve üzerine kokuşmuşluğa taktım, o da bana. Yazarına selam olsun. Peki tamam biz bok kokuyoruz, yani öyle diyor... Hepimiz. Tabii katılmamak gibi bir terbiyesizlik yapacak değilim. Ama bokun da güzel geldiği zaman yok mudur burna? O bok da bir çiçeğe dönüşmez mi? El yeteneğine bağlı.
Dönüştürme işini bırak da bu kokudan nasıl kurtulacaksın sen onu söyle. Ruhunla düşünüp bedeninle harekete geçiyorsun, soyut bir forma sokup kendini paslanmak için elinden geleni yapıyorsun, sonra da paslanmaktan nefret ettiğini söyleyip yine ve yine aynı şeylere devam... Bu şekilde bok kokman normal. Hem ben ne kadar kendimi manipüle edip senin bok olmadığına inandıracağım ki kendimi?
Azgınlığın ve küstahlığın tavan yapmışken, beynin bok ve çiş çıkan uzuvlara çalışıyorken, üstün yükünü alta yıkıyorken bok kokmak ne kadar anlamlı. Çürüyoruz ve çürümemek için çabalayanlara kokumuzla yapışıyoruz, bokumuzla. Onlar papatyaya benziyor, yoldan geçenlere "Merhaba." diyebilmek için betonu delip göğe yükselen. Onlar bokun içindeki parfüm kokuları ve sen kendi bokunu örtmek için o parfümü kullanıyorsun. Sen o boku alıp yaprakla temizliyorsun. Sen o kadar iğrençsin ki dönüp ardına bakmıyorsun, ben.
Ben de o kadar iğrenç bir bokum ki spiral çiziyorum göğe dokunma hayaliyle. İnsan olduğumu hatırladığımda yaprak işimi görüyor, boksam mutluyum ve spiral haldeyim. Üzerime sinek konarsa ne ala, bana gökten haberler getiriyor ve konuşuyoruz onunla... Kıvamım gerçekten yerinde.
Çok bok muhabbeti oldu ama sen seversin. Böyle bir yerde ayağına bulaşmaması imkan dahilinde değil zaten. Güzel bir koku kalmamış. Tek yaptığın yaprak kullanmak, yüzüne gözüne bulaşan boku temizlemek için. Oradan burası nasıl gözüküyor bilmiyorum da buradan orası pek fena gözükmüyor. Boka karşıyım ama şu an boksuz yapamam. Yaprağı buraya da gönder.
Al bir de buyur buradan kokla > http://carlitossed.blogspot.com/2010/11/yorgun-kzgn-birikmis.html
7 Eylül 2011 Çarşamba
Ben yorgunum
Seni kendi haline bırakıyorum. Ben yorgunum ve devam edemeyeceğim artık bu kayboluşa. Hiçliği, tükenmişliği, yalnızlığı artık istemiyorum. Ben yorgunum ve yorgunluğa bağlanmak, onu koynuma alıp uyumaktan nefret ediyorum. Işığı da karanlığı da istemiyorum, ne sağı ne solu, ne geceyi ne günü ve ne beni ne de bensizliği artık istemiyorum. Ben yorgunum ve artık vazgeçiyorum.
5 Eylül 2011 Pazartesi
Makarna
İç acısı, baş sancısı, kalp sıkıntısı, böbrek burkuntusu ve hatta can bunaltısı; merhabalar... Bu geceki saçmalığımızın konusu gordüğün üzere bunlar. Biraz katlanacaksın kusura bakma. Eğer zaten bu gece "ana akım"ın yaptığını yapmamış ve oturmuş bunu okuyorsan vay haline. Yalnızlığıma hoş geldin.
Düşün sadece... Bir mekandasın ki mekanın özellikleri benim anlatımımda hiç önemli değil, hayal gücüne güveniyorum. Birinci tipin saçlar inekli, bağrı açık ama tespih yok. Gözlerde sürme, içinde atlet yok. Gömlek, pantalon ve ayakkabı dışında üzerinde bir şey yok. Don konusunda emin değilim, soru işaretine gerek yok. Renk de vermiyorum, hayal gücün iyidir, güveniyorum. İkinci tip; bir hatun ki güzel mi güzel? Ne dersin? Güzel. Neye göre? Genel algı diyelim işin içinden çıkalım. Eskiye özenmiş bu abla, 60'lar diyor bir ses. Hafif bronz bir ten, saçlar o biçim. Renk yok ama kıyafette. Sana bırakmak için söylemiyorum, bildiğin renk yok yani. Sürme yok gözde, ruja gerek duymamış. Gözler desen; tam göremiyorum ama beyaz içinde koyu bir şey. Arada göz göze gelmeler, gelmemeler. Sıkıntıya gerek yok, gerisini sen tamamla. Üçüncü tip tam bir hormon. Düşün ya senden beter. Başka tanıma gerek de yok, tanımla.
Şimdi siz dördünüz farklı yerlere bakan, farklı şahsiyetlersiniz. Niye böyle bir ortamda bir araya geldiniz? Neden milyonlarca şehir sakini varken bu dörtlü bu mekanda, merak ediyor musun? Bu gecenin sonu nereye varır, kestirebiliyor musun? Diyorsun ki anca pirelerle mutualizmin doruklarında bir gece geçiririm değil mi? İşte şimdi aynı dilde konuşmaya başladık. "Tut baklavayı hüplet makarnayı." lafı belki de bu günden sonra yönlenmemiz gereken bir gerçekliğe kavuşturacak bizi, niye anlamak istemiyorsun? Bu tiplerin burada olmasının bir anlamı var arkadaş. Ya bir düşün artık ya, lütfen. Hadi ama ya...
1 Eylül 2011 Perşembe
Yüzleşmek ağır
Yüzleşmek ağır, gecenin karanlığında yeni gelenlerle. Gücün yetmiyor bazen, boğazına sarılmış da ruhunu bedeninden dışarı çekiyor gibi... Zorluyorsun ya kendini yeni bir kapı aralamak için, sırtına bindiriyorsun ya yüklenilmesi zor sorumlulukları... Hayır, kimse seni zorlamıyor çoğu zaman. Gerek de yok. Bir yerlerine bir zamanlar ekmişler tohumları gibi... Einde değil biliyorum, sen de farkındasın ve çoğu zaman da bu hoşuna gitmiyor değil. Ama anlam veremiyorsun. Rutubet evine değil, kalbinin odacıklarına işlemiş. Kokusu her nefes alış verişinde burnuna geliyor. "Çürüyorum." diyorsun. Küf kalbinden yayılıyor tüm vücuduna. Tüm hissettiklerin yetmezmiş gibi görmek istiyorsun somut olarak ayaklarının yosunlaşmasını. İçin eriyor, karşıya doğru bir "Off." çekme süreci başlıyor ki ne sen sor ne ben söyleyeyim. Zaten ikimiz de biliyoruz bunları, dillendirmek neye yarayacak kestirmek zor... Ama bil en azından; başkaları da o rutubeti iliklerinde hissediyor. Günler geçiyor ve sen hep o güneşli günlerin hayaliyle sabrediyorsun. Yeter ki güneş geldiğinde kendine gölge etme.
30 Ağustos 2011 Salı
Kaptan
En huzurlu olunabilecek anlarda sıkıntı tavan yapıyor. Bunu, bir kelebeğin yanlışlıkla manda dışkısına konması sırasında hissettiği garip sıcaklığa benzetirim. Benzetmelerim fena değildir. Geç. Yalnızlık üzerine çalışıyorum bu aralar. Ne yaptığımı soracak olursan, bol bol yalnız kaldığımı belirterek devam etmek isterim. Yalnız olmayanları inceliyorum, gerçek mi değil mi diye, ama pek anlam veremedim. Boş konuşmalarının ardında göremediğim bir gizem mi var? Çok dolu bir eylem ya benimki de, laf olsun... Neyse, gördüğün üzere, tadını çıkarıyorum işte. Felç geçirmiş bir beyin sahibiyim. Dön dolaş yine ayni komutlar gidiyor uzuvlara. Yenilik istiyor nefsim, ama yapamıyorum. Okuduğum kitap beni heyecanlandırıyor. Ara verdiğimde felçli kalmaya devam ediyorum.
İyi ya burada hayat, en azından dünya kokuyor burası. Tabii dünyasına göre değişir, hayalimdeki dùnya diyelim. Bir de hala yıldız varmış gokyüzünde haberin olsun, arada eğer karanlık bir yer bulabilirsen kaldır kafanı. Laf laf üstüne açıldık saçıldık. Bir düzen yok benimkilerde, zamanla alışırsın. Dur bu arada, öyle park edilir mi be ne yaptın kaptan?
İyi ya burada hayat, en azından dünya kokuyor burası. Tabii dünyasına göre değişir, hayalimdeki dùnya diyelim. Bir de hala yıldız varmış gokyüzünde haberin olsun, arada eğer karanlık bir yer bulabilirsen kaldır kafanı. Laf laf üstüne açıldık saçıldık. Bir düzen yok benimkilerde, zamanla alışırsın. Dur bu arada, öyle park edilir mi be ne yaptın kaptan?
Ayar kaçar bazen, olmaz.
Yani resmen durumun şu; "L" şeklindeki bir kutuya kapatmışsın kendini, burnunda tezek kokusu, kulağında cırcır böceğinin uyku öncesi son geyikleri, uzaktan gelen dalga sesine karışan balkon sohbetlerine ayar olmuş bir şekilde kurcalıyorsun zihnini. Yok yok, gerçekten bir problem var. Yani nasıl olacak söyle bakalım, bir dök içini ya değil mi? Çıkış yok bazı konulardan kabul et. Dur, dilini niye çıkartıyorsun? Hem iğrenç bir şeymiş ya o, ne yaptın sen öyle? Yok anam senden cacık olmayacak bu gidişle. Sen yanağını öpmeye devam et. Kim lan o?
19 Ağustos 2011 Cuma
Evre
Dinle bakalım görebilecek misin gördüğümü... Mekanik parçalar; avuç avuç, belki oluk oluk, belki de yığının bir parçası. Akıyor doluşacağı kovuğa. Ben de içimdeki karartıyla eşlik ediyorum onlara ve onların derin boşluğuna. Öyle bir boşluk ki kokusu yok, geçmişi yok. Sanki zaman ne kadar eskiyse o da onun kadar eskiymiş gibi hayatımıza yerleşmiş. Aldırmıyoruz ölmek için kendini arabaların önüne atan adama veya otobüsün altında kalmamak için kendini yolun kenarına savuran amcaya. Sindirmişiz kendimizi, ben ve sen ile başlayan cümleleri. Onlar olmuş hep hayatımızda. Onlar için yaşar onlar için ölür olmuşuz. Anormal olan normalin normalleşme evresi.
12 Ağustos 2011 Cuma
Çok düşüneceksin...
Ya çok düşünmeyeceksin abi. Ne alaka şimdi Marslılar falan... Biraz rahat ol. Yere monte sakızları incele mesela. Ama sakın düşünme ay bunu da kim atmış diye. Parmağını daldır tam ortasına. Kivamlıysa dişlerinle kazımaya calış. Tatmin olamıyor musun? Dert etme. Hayat yine de güzel.
Biraz etrafına bakın. Perçemli saçları başak tarlalarını andırırken esrarengiz kokusuyla seni bir nevi Rönesans bahçelerinde gezintiye çıkarma potansiyeli yüksek, işveli ve bir o kadar da neşveli bir hatunun günümüzdeki aksesuarlarından Golden ırkına tâbi köpeğinin salınarak âdetâ ortaya bir şaheser çıkarırcasına pırtlattığı spiral bokun vereceği muazzam kıvama çok yakın olabilirsin. Afiyetin olmasına gayret et. Zira kıvam çok önemli...
Biraz etrafına bakın. Perçemli saçları başak tarlalarını andırırken esrarengiz kokusuyla seni bir nevi Rönesans bahçelerinde gezintiye çıkarma potansiyeli yüksek, işveli ve bir o kadar da neşveli bir hatunun günümüzdeki aksesuarlarından Golden ırkına tâbi köpeğinin salınarak âdetâ ortaya bir şaheser çıkarırcasına pırtlattığı spiral bokun vereceği muazzam kıvama çok yakın olabilirsin. Afiyetin olmasına gayret et. Zira kıvam çok önemli...
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Modernizm
Modernizm. Ne kadar güzel söylemiş şair: "Kul olan kuldan hayır gelmez." O zaman ne olduğumuzu bileceğiz arkadaş. Yine yalnızlığın dibine vurduğunda, masturbasyonun ucundan tutmuşken yakalarsan kendini, ne kadar aciz bir şey olduguna dön de bir bak. O anda masturbasyonun, sen ve diğer sen başbaşa kalırsın. Mümkünse yanağına bir öpücük kondur ve kendini sev. Çünkü işte sen busun.
Diyeceksin ki "Hafız, sen modernizm dedin, ama ne anlatıyorsun...". Bıyıklarımın altından, coşkulu bir gülücük yolluyorum sana. Bugün git yarın gel.
Diyeceksin ki "Hafız, sen modernizm dedin, ama ne anlatıyorsun...". Bıyıklarımın altından, coşkulu bir gülücük yolluyorum sana. Bugün git yarın gel.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Dil
Hüzünle yoluna devam etti. Hayat kırmızı bir dil çıkarmıştı ona. Aldırış etmemeye gayret etti. Tuttu artık kendini. "Ne olur bundan sonra şöyle, böyle ve hatta öyle olsun." dedi. Geveledi sanırım biraz. Cümlelerin sonunu hep eksik söylerdi.
Sıkıntıyla karşılaştı. (Ne bir tane canım) İki ucu olan bir dil çıkardı hayat bu sefer. Aldırış etmemek elde miydi be? Ama bocaladı bu sefer. Dur diyene dur dedi, git diyene git dedi. Kaldı mı tek başına? Kaldı. "Şöyle olsa fena olmaz mı?" demeye kalmadı, "Böyle olsa nasıl olur?" diye ekledi. Öylesi ise hep gönlünden geçmişti.
Dişini sıkmaya çalışırken bu sefer yenilgi köşeden çıkıp "Merhaba." dedi. Gözlerini fal taşı gibi açmıştı ki gözüne dil kaçtı. Hem de iki renkli bir şeydi bu sefer hayatın ona hediyesi. "İki iki nereye kadar? Neyse olsun..." derken, "Tamam bulsun." diye bir ses işitti. Bu sesin sahibi Şulsun olamazdı.
Ağzını açtı, dilini dışarı çıkarttı. Son bir gayret, dilini burnuna dokundurdu. Gözünden düşen bir damlayla abdest aldı. Huzurla kaldı, huzur da onunla.
Sıkıntıyla karşılaştı. (Ne bir tane canım) İki ucu olan bir dil çıkardı hayat bu sefer. Aldırış etmemek elde miydi be? Ama bocaladı bu sefer. Dur diyene dur dedi, git diyene git dedi. Kaldı mı tek başına? Kaldı. "Şöyle olsa fena olmaz mı?" demeye kalmadı, "Böyle olsa nasıl olur?" diye ekledi. Öylesi ise hep gönlünden geçmişti.
Dişini sıkmaya çalışırken bu sefer yenilgi köşeden çıkıp "Merhaba." dedi. Gözlerini fal taşı gibi açmıştı ki gözüne dil kaçtı. Hem de iki renkli bir şeydi bu sefer hayatın ona hediyesi. "İki iki nereye kadar? Neyse olsun..." derken, "Tamam bulsun." diye bir ses işitti. Bu sesin sahibi Şulsun olamazdı.
Ağzını açtı, dilini dışarı çıkarttı. Son bir gayret, dilini burnuna dokundurdu. Gözünden düşen bir damlayla abdest aldı. Huzurla kaldı, huzur da onunla.
Oyun
Uzaktan yollanan bir ışık, gölgeler ve vücut. Fonda beni iyice dibe itecek sesler. Huzura kavuşmak için toprağa gömüldükçe gömülüyorum. Kıçım dışarda üşümeye başlıyor, hadi, onu da bir çırpıda içeri alıveriyorum. Işık yok, gölge her yerde, vücut desen... Gerek yok zaten. Bir ses çıksın diye bekliyorum. Fon yeterli olmuyor, hırıltılarla eşlik ediyorum. Ton dışı bir kaç git gel. Beğenmedim, mürekkebi boca ediyorum üstüne. Tadı da biraz ekşi mi bunun? İçim kararıyor ilk damlada. Işık iyice uzaklaştı hissediyorum. Kendi ışığımı yakıyorum. Önümde koskoca bir ampul duruyor. Elimi serbest bırakıyorum. Beyinsiz hareket ediyor sonra. Öpüyor kendiliğinden. Bir kıpırdama mı var? Yok, boşuna heveslenmişim. Ben en iyisi çay koyayım...
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Birde ikilik
Taht kavgası... Alev saçan gözleriyle diğerinin bedenini delip geçen "r1", bulut kokan sıkıntının, buz gibi donuk gözlerle ona bakan "r2"den geldiğini anlıyor ve selam duruyor. Bu bekleyiş hayra alamet değil. Zira ortada nesne var. Beyin yıkayan bir uğultu da cabası. Tekrarlı uğultu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)